Uysal ama çılgın yılların BiyonikKedi'siyim.Her an yırtıcı bir pantere dönüşebilirim.Kafamın tasını attırmasınlar yeter.Karışan,bulaşan,sataşanlara uyuz olur ben de sataşırım..Herkes kendi bildiği doğrularıyla kendi hayatını yaşasın gitsin.Daha ne!!Yaşayacaksan adam gibi yaşa!Zaten hayat çok kısa!

10 Kasım 2008 Pazartesi

SEVGİLİ ATAM


Sana daha ne yazsam diye düşündüm ve şuradaki güzel yazının üzerine yazı yazmanın saçma olacağına karar verdim*

*Biyo,yalan söylemektedir.Kendisi Atv'deki Ali Kırca'nın Savonora gemisinden yapılan siyaset meydanı proğramını izlediği için bugüne ait yazı girmemiş olup işin kolayına kaçmış ve Asortikten bu yazıyı linkle de olsa çalmıştır.Kınanabilir:)

******************************************
Yıl 1938, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi.
Birden çok sıkılır ve yanında duran yüz yirmiden fazla kişiye döner ve aynen
şöyle der: "Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek
için neler vermezdim"


Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı vasiyetinde mezar taşına yazılmasını istediği
metni bırakmıştır. Diyor ki: "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa
Kemal Atatürk'ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm"

Yıl 2000, ABD Başkanı`nın milenyum mesajından bir alıntı : "Bugün milenyumun
hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk' tür. Çünkü o yılın
değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir"

Yıl 2005, Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Johns`un
önerisi "Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter"

Ve yıl 2008 , Ünlü Türk blogerı dallama ve ağzı bozuk Biyo'dan:"O aslında 70 yıldır aramızda yaşıyor .Silemediler.Bir 70 yıl daha,bir 70 yıl daha,bir 70 yıl daha geçse kaç yazar?Silemeyeceklerini bilemediler"

9 yorum:

Asortik Krep dedi ki...

Dükkan senin :)

baranbra dedi ki...

fotoyu çok güzel seçmişsin ;)

Açalya dedi ki...

Yazi da fotograf da cok guzel, ikinizin de ellerine saglik.

Mine dedi ki...

Senin ve TüTü'nün sayesinde keşfettiğim Asortik Krep'in blogunu ve de yazılarını da beğenerek okumaya başladım.

Daha önce seninde söylediğin gibi, belgesel diyemediğim film bizlere daha çok okumamız gerektiğini hatırlattı.E ne demişler 'Bilgi güçtür'

Adsız dedi ki...

http://www.haberonda.com/ataturk_alkolik_miydi.htm


uğur dündar - turgut özakmanı seyrettiniz mi?

didem

Bng.U dedi ki...

gördüm :)

Basak dedi ki...

Biyocan; aşağıdaki yorumumu başka bir blog için yazmıştım, senin bu yazına da iyi gider diye düşünüp, paylaşmak istedim.

Atatürk'ü sevmek, anlamak biraz da onun gibi "eylem insanı" olmayı gerektiriyor diye düşünüyorum. Hayatın "kaderimde varsa olur" diye oturup beklemek olmadığını, hayatın ayağa gelmediğini, bizzat onun içine "birey" kimliği ile katılarak onunla tepkimeye girmek, her zaman çalışmak, yaratmak, üretmek ve bunları yaparken "özgürlük" bilincini yitirmemek olduğunu bilenlerin lideridir Atatürk. Atatürk hiç bir zaman kendi ve dolayısıyla ulusunun kaderine razı olmadı. İnsanın ancak özgürken ve birey kimliğine sahipken gelişip üretebileceğini biliyordu. Türk halkına din ve imparatorluk kültürü altında ezilmiş, adeta yok olmuş özgürlüğünü ve birey kimliğini geri verdi.

Ne acı ki bugün hala özgürlüğü ve birey kimliğini kendine yakıştıramadığı, hazmedemediği, (bir anlamda kendisini halen "güdülecek koyun"luğu yakıştırdığı) için "ümmet", "tarikat üyesi" ya da "kukla sömürge" olmayı arzu eden insanlar var etrafımızda. 21. yüzyılda hala böyle insanlar olduğunu bilmek acı verici.

Hakikaten de onu sevmeyen (ve üstelik entellektüel yada alim geçinenlere) baktığımda, önemli bir kısmının "eylem insanı" olmadığını, "ulus-devlet" olmanın değerlerine ve ilkelerine kesinlikle inanmadıklarını, sadece konuştuklarını, konuştuklarının neredeyse tamamının "eleştiri" değil "karalama" veya içlerindeki ağır patolojik buhran ve kompleksleri kusmak mahiyetinde olduğunu, konuştukları ile yaptıklarının çoğu zaman birbirini tutmadığını, her dönemin adamı olmak felsefesi ile hareket edip, bu şekilde her dönemde kendilerine yer yapmaya çalışanlardan veya "birey" kimliğinden ve rasyonel akıldan tamamen yoksun, "sürü" üyeleri olduklarını görüyorum. Hali bu olanların, devrimci ve vizyonu geniş bir lideri anlamasını beklemek zaten anlamsız.

Kucak dolusu sevgiler,
Başak

Adsız dedi ki...

Mustafa’yı, Kemal Atatürk yapan elbette Türkiye’nin devrimci pratiğidir. Mustafa Kemal, o pratik içinde uluslar arası devrimci cereyanlardan beslendiğini her zaman açıkça belirtmiştir. Bu cereyanlar:
Bir: Fransız Devrimi’yle birlikte anılan demokratik devrimcilik ve
İki: Doğu Avrupa’daki Sosyalist Devrimcilik (Narodnizm) ve Bolşevik Sosyalizmidir

Fransız Devrimi’nin Atatürk üzerindeki etkisi çok işlenmiştir. Ancak Sosyalizm akımının ve Sovyet Devrimi’nin etkisi hep gizlenmiştir. Bu konuyu “Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları” başlıklı kitabımda ayrıntılı olarak işledim. Burada özetliyorum.

SOSYALİST DEVRİMCİ AKIMIN ETKİSİ
Atatürk’ün daha genç bir subayken, not defterine “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” diye yazdığına değinmiştik.

Tarih, 5 Ocak 1904’tür. Henüz Sovyet Devrimi olmamıştır ve Sosyalizm, Avrupa’da 1871 Paris Komünü sonrasındaki iniş sürecinden yükselişe geçebilmiş değildir. Ancak emperyalizmle cephe cepheye gelen ve 30 yıla yakın bir süredir Abdülhamit despotluğunu yaşayan Türkiye, yalnız Büyük Fransız Devrimi’nden değil, Rusya’daki ve Doğu Avrupa’daki Narodnik, yani halkçı hareketten de etkilenmektedir. İlk Türkçülerimizin hepsi sosyalist veya halkçı idi.

Türkiye’nin burjuva demokratik devrimi niçin Fransa gibi ferdiyetçi ve liberal bir mecrada ilerlemedi sorusuna cevap verirken, kuşkusuz Türkiye’nin bir Ezilen Dünya ülkesi olması belirleyicidir.İşte bu özelliği, Türkiye’deki hürriyetçi akımın yüzünü niçin halkçı ve devletçi akıma çevirdiğini de açıklar.

1917 Şubat ve Ekim devrimleriyle, 20. yüzyıl devrimlerinin perdesi açıldı. Böylece Türkiye’yi paylaşmak için anlaşan üç emperyalistten biri olan Rus Çarlığı yıkıldı ve yerine Kurtuluş Savaşı’mızı her yönden destekleyen Sovyet devleti kuruldu. Türk Devrimi’nin önde gelen yazarlarından Falih Rıfkı Atay, bu olayı bir Türk yurtseverinin duygularıyla anlatır:
“Eğer Lenin, Çarlığı yıkmasaydı ve Rusya zafer gününe erişmeseydi, İstanbul Rus olacaktı. İnsanın acaba bir İstanbul köşesine Lenin’in büstünü koysak mı diyeceği gelir.

Atatürk, o işi de yapmış, 1928 yılında Taksim Cumhuriyet Abidesi’ne, hemen kendisinin arkasına Sovyet devrimcisi Aralov’un heykelini yerleştirmiştir.

Türk Devrimi’ne Moskova’dan bakacak olursanız, Atatürk, Türkiye’yi kurtarırken, aynı zamanda Sovyet Devrimi’ni de kurtarmıştır.

Rus ve Türk devrimleri, birbirini ateşleyerek gerçekleşmiş ve adeta birbirine sarılarak yaşayabilmiştir. O kadar ki, iki devrimin soluk alma dönemleri bile birliktedir. Rus Devrimi’nin, Yeni Ekonomi Politikası (NEP)’yla içteki kapitalistlere ödün verdiği yıllarda, Türk Devrimi de, Halkçılık siyasetinde bir adım geri atarak, özel girişimciliği özendirir. 1923 başında toplanan İzmir İktisat Kongresi, bir bakıma Türk Devrimi’nin NEP’idir.

1929 yılında iki devrim yine birlikte, kendi raylarına girerler. Rusya’da, yaklaşan Dünya Savaşı tehdidi de göz önüne alınarak, tarım kolektifleştirilir. Türkiye’de ise, özel girişimcilikle yüzyıl geçse ilerlemenin mümkün olmadığı saptaması yapılır ve yeniden devletçilik dönemi açılır. 1930ların dünyasında planlama yapan iki ülke vardır.

Sovyet Devrimi ve Türk Devrimi’nin birbirinden kopuşları, en sonunda iki devrimin de yıkımını getirmiştir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Küçük Amerika” sürecine itilir. Sovyetler Birliği ise, 1960’a doğru kapitalizme geri dönüş yoluna girmiştir. Birbirinden ayrılan Türk ve Sovyet devrimleri, ateşin ortasında kalmış ve kendilerini sokmuşlardır. 1990 yılında Sovyet Devrimi’nin yıkımına son nokta konduğu zaman, Türk Devrimi de son kalelerini vermekte, Atlantik’te boğulmaktaydı. Demek ki, Atatürk’ün biricik vasiyeti olan Sovyet Devrimi ile dostluk, basit bir dış politika seçeneği değil, fakat Kemalist Devrim’in biricik yaşama olanağı imiş.

İDEOLOJİK ETKİLEŞİM
Türk-Rus ilişkilerinin tarihi şöyle özetlenebilir: Gericilik ve emperyalizm, iki ülkeyi karşı karşıya getiriyor. Devrim ve halkçılık ise, birleştiriyor.

Sovyet Devrimi ile Türk Devrimi arasındaki bu eşzamanlı yükseliş ve inişler, kuşkusuz karşılıklı ideolojik etkileşime de yol açmıştır.

Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra Havza’daki 18 gün süren çalışmaları sırasında, Sovyetler Birliği’nden gelen temsilcilerle buluşmasında Mustafa Kemal, tasarladıkları hükümet tarzının “Şuralar Cumhuriyeti’ne”, yani Sovyetlere benzediğini belirtmiş ve “Devlet Sosyalizmi” uygulayacaklarınıaçıklamıştır. Daha sonra kabul edilen Halkçılık Programı ve 1921 Anayasası, Havza buluşmasında belirtilen görüşlerin anayasa haline getirildiğini kanıtlar.

BOLŞEVİKLİK TARTIŞMASI
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının 19-22 Haziran 1919 günleri arasında beş gün süren Amasya’daki “Gizli Komutanlar Toplantısı” nda aldıkları kararların en önemlisi, “gereğinde geçici idare” kurulmasıdır.
Yani artık “İstanbul Anadolu’ya hakim değil, tabi olmak mecburiyetindedir. Aslında bu karar, Anadolu’da bir Millî Hükümet kurma, başka deyişle Cumhuriyet’i kurma kararıdır. Bu kararla birlikte, Bolşevik olma konusunun da tartışıldığı ve bu seçeneğin gereğinde bir kurtuluş çaresi olarak benimsendiği, Mustafa Kemal Paşa’nın imzasını taşıyan bir şifre telgraf ve ayrıca bir mektupla belgelenmiştir.

Birincisi Atatürk’ün 3. Ordu Müfettişi imzasıyla, Erzurum’da Kolordu Komutanı Kâzım (Karabekir) Paşa’ya hemen görüşmelerin bitişinden bir gün sonra 23 Haziran 1919 tarihinde yolladığı şifreli telgraftır: “Bolşevizmin anlayış ve ortaya çıkış şekli bir daha müzakere edilerek, (…) bunun memleket için bir sakıncası olmayacağı düşünüldü.

Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimiz adlı eserinde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Bolşeviklik yoluyla kurtulacağımız eğilimine daha İstanbul’da iken girdiklerini belirtir ve Amasya toplantısında, bu fikrin, “olgun bir hale geldiğini” saptar.

Mustafa Kemal Paşa, 29 Şubat 1920 tarihinde Talat Paşa’ya yolladığı mektupta da, gerekirse Bolşevikliğin benimseneceğini şöyle ifade eder:
“Vatanımızı parçalamak ve milletimizi İngiliz boyunduruğu altında görmek uğursuz ihtimali karşısında Bolşevik prensiplerini fiilen tatbik etmekte kurtuluş çaresi tahmin olunursa, tatbiki yönündeki müşkülata rağmen bugün hakim olduğumuz kuvvete dayanarak, o hususa da başvurmak lazım gelebilir.

Mustafa Kemal Paşa’nın başyazarlığını yaptığı Hâkimiyeti Milliye gazetesi başyazılarında, açıkça “Türk Komünizmi” veya Sosyalizm savunulmaktadır.

HALKÇILIK PROGRAMI
Mustafa Kemal Paşa’nın Heyeti Vekile adına 13 Eylül 1920 günü Büyük Millet Meclisi’ne verdiği “Kanunu Esasi Layihası”, yani Anayasa tasarısı, Halkçılık Programı adıyla anılmıştır. Cumhuriyetimizin 20 Ocak 1921 tarihli ilk anayasası Halkçılık Programı’nın görüşülmesi sonucu kabul edilmiştir.

Halkçılık Programı ve Beyannamesi, emperyalizme ve kapitalizme cepheden meydan okur, emperyalizmin ve kapitalizmin tahakkümüne karşı milletin seferber edileceği ve bir İstiklal Savaşı verileceği belirtilir.

ŞURALAR İDARESİ
Halkçılık Programı ve 1921 Anayasası, bir şuralar sistemi getirir; devlet örgütlenmesini, vilayet, kaza ve nahiye şuraları temeline oturtur. Merkezde halk yönetiminin en yüksek organı olarak TBMM bulunmaktadır.
Atatürk, bu sistemin Sovyet devriminden esinlenerek kabul edildiğini ve Sovyet idaresi anlamına geldiğini açıkça belirtmiştir:
“Milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyetiyle bir halk idaresidir. Ve bu idare tarzı, esası danışma olan şura idaresinden başka bir şey değildir. Ruslar buna Sovyet idaresi derler.

Atatürk, 30 Ağustos zaferinden sonra da, Sovyet idaresi tanımını sürdürür. 1922 yılı Aralık ayında şöyle der: “Bugün Türkiye devleti, doğrudan doğruya bir meclis, bir şura hükümeti ile idare olunur ve sonsuza kadar böyle idare olunacaktır.

Atatürk, Cumhuriyetin temel kuruluşunu açıkladığı, 19 Ocak 1923tarihli İzmit konuşmasında da, şura hükümeti vurgusunda ısrar eder: “Bizim hükümetimiz, bir halk hükümetidir. Tam bir şura hükümetidir.

DEVLET SOSYALİZMİ
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Sovyetler Birliği’nden gelen “Komünizm” esintileri ile “Devlet Sosyalizmi” arasında gidip gelmişlerdir. 1930’lu yıllarda yeniden Devlet Sosyalizmi’ni benimsediklerini ders kitaplarında bile ifade etmişlerdir.

Aslında Devlet Sosyalizmi, Türk devrimcileri arasında daha İttihat Terakki döneminde kabul görmüştür. Talat Paşa’nın da Devlet Sosyalizmini savunduğu görülüyor.

Bizzat Mustafa Kemal, Medeni Bilgiler kitabında, kendi elyazısıyla “Bu içtimai teminlere Devlet Sosyalistliğine yaklaşarak varılabilir” diye yazdı.

Atatürk’ün Sovyet temsilcilerine ifade ettiği görüşler, Hâkimiyeti Milliye gazetesi yazılarında ve resmî metinlerde yer alan görüşlerle örtüşüyor. Bu görüşmelerin tutanakları, Mehmet Perinçek tarafından
Sovyet arşivlerinde bulunmuş ve yayınlanmıştır.

Türk Devrimi ile Sovyet Devrimi arasında askerî alandaki işbirliği, dünya tarihinde az rastlanır boyutlardadır. Başta Atatürk, Kemalist Devrim’in önder kadrosu, Kâzım Karabekir Paşa’nın belirttiği gibi, “Anadolu’nun kurtuluşu için, Bolşevik ordularıyla el ele vermek” zorundaydı.

Türk Ordusu ile Kızıl Ordu’nun buluşmasını Atatürk, 14 Ağustos 1920 günü TBMM’de yaptığı konuşmada müjde olarak bildirmiştir:
“Kızıl kuvvetler, (…) Ermeni maksatlarını fiil mevkiine koydurmadılar. 1 Ağustos tarihinde Bolşevik hükümetinin Kızıl Ordusu’yla Büyük Millet Meclisi’nin Ordusu Nahcivan’da birbiriyle maddeten birleşmiş oldu (alkışlar). Oraya giden kuvvetlerimiz kızıl Kuvvetler tarafından özel merasim ve fevkalâde ihtiramat ile kabul edilmişlerdir.

İki devrim arasındaki askerî işbirliği, büyük boyutlarda para ve silah yardımı düzleminde sürmüştür. Büyük Taarruz sırasında Kocatepe sırtlarında, hemen Atatürk’ün arkasında bir Sovyet komutanının bulunduğu fotoğraflarla belgelidir.

Sovyet dostluğu, Türk Devrimi açısından stratejik bir ilkedir.

1930’ların devletçiliği ve plancılığı, dünya bunalımının zorunlu kıldığı gelip geçici bir uygulama değil, fakat stratejikti.

1930’larda dünya büyük bir krize girerken, iki ekonomi hızla gelişiyordu. İkisi de kamucu ve plancıydı: Sovyetler Birliği ve Atatürk’ün Türkiyesi.

Yakup Kadri, Atatürk’ün sınıfsız toplumu amaçladığını şöyle belirtir:
“Atatürk’te gerçekten sosyalist görüş vardı. O, sınıfsız bir toplum düzenine ulaşmak istiyordu. Sınıfsız toplum tabii ki sosyalist bir idealdir.

Doğu

Adsız dedi ki...

Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur. Ülkede, kendi solunda, emperyalizme karşı hiçbir devrimci, ulusal-radikal sınıf hareketi olmadığı, dünyada, bugünkü gibi milli kurtuluş savaşlarının destekçisi bir dünya sosyalist bloğunun olmadığı bir evrede, emperyalizme karşı, dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren radikal-milliyetçiler, bu bakımdan, ülkemizin -kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin ilericiliğine dayanan- bir orjinalitesidir. Kemalistler için ülkemizdeki, asker-sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.